10 Aralık 2010 Cuma

Edirne'li Sanatçı Lenvent Tuncer'in eserlerinden

Amerika'da Edirne'li ünlü bir sanatçımız

Edirne tarihimizde çok değerli sanatçılar yetiştirmiştir. Bunlardan en eski ve tarihi olan LEVNİ (asıl adı Abdülcelil Çelebi, 18. YY sonları) Lale Devri'nin en tanınmış minyatürcüsüdür. Minyatür sanatına derinliği ve perspektifi getirmiş, yapay, yaldızlı ve canlı renkler yerine daha doğal renkler kullanmıştır. Resimlerine insanların kişisel özelliklerini yansıtmaya çalışmış, perspektif kullanmış, Osmanlı Minyatür sanatı için oldukça önemli yenilikler getirmiştir. Levni Çelebi’nin “LEVNİ VE SÜRNAME: BİR OSMANLI ŞENLİĞİ” adlı yazılı ve bol resimli ünlü kitabında bir sünnet düğünü resmedilmiştir. Yüzlerce değişik sahneyi içeren bu minyatürlerde Levni, tasvirleriyle çağının ruhunu yansıtır ve onun başyapıtı olarak kabul edilir. Ayrıca Levni’nin Osmanlı Padişahları resimlerini bir araya topladığı PADİŞAHLAR ALBÜMÜ de bulunmaktadır. Eserde Sultan Osman'dan III.Ahmed'e kadar gelen padişahların minyatürleri yer alır.

Osmanlı’nın son dönemlerinde Edirne’de yetişmiş sanatçılardan Şehit Hasan Rıza (1858-1913) , resme küçük yaşlarda ilgi duymuş, rüşdiye’deki eğitimi sırasında, öğretmeninin tavsiye ve yönlendirmesiyle, bu ilgi belli bir disiplin altına alınmıştır. Askerlik sonrasında Edirne Hastanesi’nin müdürü olan Hasan Rıza, burada ayrıca kendi kurduğu Numune-i Terakki Mektebi’nin müdürlüğünü üstlenmiş ve bu okulda resim dersleri vermiştir. Çok sevdiği ve bir tarih kitabı olarak tanımladığı Edirne şehrinde sanatçının girişken kişiliği ile canlı bir sanat ortamına kaynaklık ettiği anlaşılmaktadır. Karaağaç’ta bulunan ve resim çalışmalarını sürdürdüğü atölyesi, sanata meraklı dostlarının uğrak yeri olmuştur.

Yakın dönemde Edirneli ünlü sanatçı ve heykel ustası İlhan Koman (1921-1986), bilim ve sanatı biraraya getiren eserleriyle ünlenmiş, bu özelliğinden ötürü Türk Da Vinci'si olarak anılmıştır. 1958'e kadar İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde öğretim üyeliği yaptıktan sonra İsveç'e yerleşti ve ölümüne kadar orada yaşadı. Yaşamının son yirmi yılını ailesiyle birlikte yaşadığı ve atölye olarak da kullandığı Hulda adlı teknesinde (şimdi Haliç’de sergisi bulunmaktadır) geçirmiştir.

Bu yazımın başlığıyle ilişkili olarak aynı Heykeltıraş İlhan Koman gibi ünü yurt dışına yayılmış Edirneli bir ressam hemşehrimiz LEVENT TUNCER’den bahs etmek istiyorum. Kendisi Vardar Sülalesinden gelmektedir. Edirne’de iki dönem (1927-1930, 1939-1945) Belediye Başkanlığı yapan Mithat Vardar Selanikli’dir ve 1915 yılında Edirne’ye göç etmiştir. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nda Mithat Vardar’ı Ankara’ya davet etmişse de kendisi milli mücadeleyi Trakya’da sürdüreceğini bildirerek Edirne’de kalmıştır. Yunan işgalinde Edirne Kuvayi Milliye Örgütünde görev almıştır. Kardeşi Rıfat Vardar, Cumhuriyet döneminde Edirne Ticaret ve Sanayi Odası’nın ilk kurucularındandır. Rıfat Vardar’ın kızı Nihal Hanım, Edirne Pancar Şirketi Müdürü Nejat Tuncer ile evli olup Rıza Engin Tuncer (Trakya Üniversitesi Yapı İşleri ve Teknik Daire Başkanlığında mühendis) ve Levent Tuncer (doğ.1953) adlarında iki oğlu vardır.

Rıfat Vardar, Atatürk’ün çok samimi dostu ve yaveri Salih Bozok ile kardeş çocuklarıdır. Salih Bey yarbaylıktan emekliye ayrıldıktan ve TBMM 2. Dönem'de (o dönemdeki adı Bozok olan Yozgat'tan) milletvekili seçildikten sonra da Mustafa Kemal'in yakınında kalmış 1939 yılına kadar Yozgat ve en son olarak Bilecik milletvekilliği yapmıştır.

Atatürk ile olan yakınlığını pek kimsenin bilmediği Vardar Sülalesinden olan Edirneli Sanatçı Levent Tuncer halen Amerika’da yaşamaktadır. Yaptığı eserlerinin temalarını kültürler arası etkileşimlerden türeten ve doğu ile batı arasındaki kesitleri büyük bir ustalıkla ve görsel zenginlikle tasarımlarına yansıtan Levent Tuncer bugüne kadar Amerika ve İngiltere başta olmak üzere, Kolombiya, Çekoslovakya, Hollanda, İrlanda ve Kuveyt’de sergiler açmıştır. En önemli eserleri; Deep Galaxy Series (1989 – 1992), Two Rivers Series, History/Fiction Series ve 2005-2006 döneminde The University Church Dublin Commission yapısındaki duvar süslemeleridir.

Örneğin History/Fiction serisinde 16. yüzyıl İznik çini desenlerini kullanarak üzerinde çeşitli geometrik desenleri barındıran kültürel kırılımların dinamiklerini karmaşık bir görsel düzeyde sunan Tuncer, resimlerinde özgün çarpıcı renkler kullanarak mekansal ve tarihsel bağlamda bizlere değişik boyutlar sunar.

Yaptığı resimlerde zaman ve ışık hareketleriyle oluşan gölgeler değişen düşüncelerimizin içeriğine ustaca girerek bizi uyarır ve bir anda zihnimizde yayılarak bizleri üç boyutlu evrensel mekanlara götürür. Resimlerinden bazı örnekleri gazetemizin son sayfasına konmasını rica ettim. Dikkat edilirse yeni bir yaratılışın öncülüğünü yapan ve halen New York’da yaşayan bu Edirne’li kardeşimiz yakın bir gelecekte görsel sanat dünyasına yerini altın harflarle yazdıracak ve kentimizin unutulmaz sanatçıları arasında yer alacaktır. Bir hemşehrim olarak kendisiyle gurur duyarken, başarılarının sürekliliğini dilerim.

Daha detaylı bilgi ve görseller için: http://www.leventtuncer.com/

Not :Bu yazı 10.12.2010 tarihinde Edirne HUDUT gazetesinde yayımlanmıştır.

23 Kasım 2010 Salı

EDİRNE'DE AKİDE ŞEKERCİLİĞİ

Akide şekeri Osmanlı mutfağının en eski şekerleme türlerinden biridir. Bilindiği gibi şeker, şeker pancarından (veya şeker kamışından) elde edilir. Şekerin bulunuşundan önce pekmezin kaynatılarak yapıldığı bilinir. Kaynayan ve koyulaşan pekmezin ağdalaşarak şeker kıvamına gelmesinden sonra ufak parçalara ayrılarak yendiği (akide) bilinmektedir. Akide şekerciliğinin yapılışı çok eskilere dayanır. Akide sözcüğü Arapça'daki akit (yani sözleşme) sözcüğünden gelir. (akd’ : Arapça), Farsçada ise “Şekker” olarak geçer. Akide kelimesi ise iman, dine inanış olarak da kullanılmaktadır. Akide şekeri Osmanlı Devletinde yeniçerilere ulufe töreninde dağıtılırdı. Askerlerin padişaha memnuniyetini ve bağlılığını gösteren bir sözleşme yaptığı anlamına gelirdi

Akide şekerciliği Edirne’de çok yaygındı. Şehirde bir çok yerde şeker imalathaneleri bulunmakta idi. Özellikle Yahudiler şekercilikte çok becerikliydiler. Yakın tarihin Edirneli Yahudi şekercileri arasında Şekerci BOHOR, Şekerci VİCTOR akıllarda kalanlardır.

Alman tarihçi Baron Joseph von Hammer Purgstall, Osmanlı tarihinde Edirne şekerciliğinden şöyle bahs eder; “Edirne şehri üç nehrin birleştiği noktada kurulmuştur. Bunlardan Meriç (Ebru) nehri, etrafında gül ve ayva bahçeleri arasından geçer. Edirne’nin GÜL SUYU, kalitesiyle Mısır Gülsuyu ve hatta İran Gül Yağı’yla rekabet eder (Yazarın notu: Trakya Üniversitesi yerleşkesinin eski adı Güllapoğlu idi). Şekerlemeleri ve şurupları Konya, Hama’nınkine eşdeğerdir. Şekerleme işi Damaskus’dan (Şam) ileridedir.” Şekerden ev ve konak maketleri yapılırdı. Rumeli Beylerbeyi Şemsi Ahmed Paşa, III. Murad’ın kızkardeşi ile evlenmiş ve etrafı surlarla çevrili bir şeker maketini hediye olarak padişaha sunmuştur (Yazarın notu: Şemsi Paşa, vezir ve muhasib olmuş (1575), konuşkan ve nüktedan bir kişilik idi, Kaynak: Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemleri Edirne Yönetim Şekli ve Edirne Valileri, O. Onur, Edirne Valiliği yay., Ocak 2004).

Şeker din kültürümüze de girmiştir. Ramazan Bayramının adı Şeker Bayramı olarak da anılır. Bayramda çeşitli tür şekerler imal edilir, kokulu, naneli, limonlu çeşit çeşit akide şerleri satışa sunulurdu. Bayram sabahı ise Kaymaklı Akide, Bergamut Şekeri, Güllü Şerbet şekerleri, Portakal ve Mandalina Şerbetleri gibi şekerlemeler bayram ayrı bir tat katardı.

Edirne Akide Şekercilerinden son nesil Mehmet Usta

Osmanlıda şekerin tarihi 18. Yüzyılda başlar. Törenlerde, sünnet düğünlerinde ya da evlilik törenlerinde ham şeker kullanılırdı. Bugün dahi Horoz Şekeri, Elma Şekeri, Düdüklü Şeker vb artık çarşılarımızda zor bulunur tatlardır. Şekerlemelerin yanında Öksürük şekeri, Nöbet şekeri, Lohusa şerbeti (kırmızı şerbet) tebrik için gelenlere ikram edilirdi. Düğünlerde daha çok aslan, geyik, koç, fil gibi hayvan figürlü şekerler hediye edilirdi. Hatta ibrik, kale, deniz kızı gibi bir çok hayvan figürleri de usta şekerciler tarafından yapılırdı.

Osmanlı’da AKİDE MERASİMİ yapılırdı. Osmanlı İmparatorluğu'nda ulufe günü, yeniçerilere üç aylıkları dağıtıldıktan sonra saray avlusunda bir yemek verilirdi. Bu yemek esnasında yapılan akide şekeri sunumuysa, kapıkulu askerlerinin aldıkları ücretler ve yemeklerinden memnun olduklarını gösteren sade ama ilginç bir gösteriydi. Osmanlı kararnamelerine göre sadrazam ve divanı hümayun üyeleri öncelikle askerin yemeğini tadarlar, bundan sonra kendilerine tabaklar içinde şekerler sunulurdu. Bu askerlerin bir şikâyetinin bulunmadığının, sultana bağlı olduklarının kesin kanıtıydı. Dolayısıyla şeker tabaklarının divana getirilmesi herkese bir "oh" çektirirdi. Saray helvahanesinde 'mangır' (para) şeklinde yapılan bu şekerler makama göre dirhem (3.2 gr) hesabıyla sadrazama 500, diğerler vezirlere, yeniçeri ağasına 300 dirhem olarak sunulurdu. Bu işlem bittikten sonra divan önünde "Fetih Suresi" okunurdu. Bu gelenek, akide şekerini uzun yıllar halk arasında dirlik, düzen ve huzurun simgesi yaptı.

“Akide” sözcüğü bağlılık, birbirinden ayrılmamak anlamını taşır. Bu sert ve türüne göre renk renk olan şekerin önemi devlet ricaline sunulmasından kaynaklanır. Yeniçerilerin devlete bağlılığını gösterdiği için de, bu şekere akide denmiştir.

Şeker, İslam dininde de yer almaktadır. Süleyman Çelebi’nin mevlutunun sonunda külah içinde sakızlı şeker ve latı-i lokum verilmiş, daha sonra bu mevlutlerde gelenek haline gelmiştir.

Şekerciliğin yanı sıra TAHİN HELVACILIĞI da Edirne’de çok gelişmiş idi. Özellikle Yahudi susam yağı (şırlagan yağı) imalathaneleri Bostanpazarı'nda Malkilerin yeri ve Sepetçiler Bakkalı Ağaçpazarında) tahin yapan önemli yerlerdi.

Edirne’deki gençlik yıllarımda Direk Çarşısındaki Yahudi komşularımın akide şekerini nasıl yaptığını zaman zaman izlerdim. Şeker, önce büyük bir kazanda kaynatılarak eritilir ve içine tartarik asit veya potasyum bitartarat katılarak şeker kestirilirdi. Ağdayı kestirmek için kazandaki eriyig kalın bir kaşıkla (mavlak) karıştırılırdı. Kestirilen şeker kazandan çıkarılıp beyaz bir mermer üzerine yayılarak soğumaya bırakılırdı. Şeker ustası, elleriyle mermere yayılan şeker ağdasını sürekli olarak katlayıp dururdu. Daha sonra bu kıvamlaşan ağdayı duvara monte edilmiş kalın bir mermere asar ve sürekli olarak asılıp asılıp çekerdi. Şeker parlak bir görünüm aldıktan sonra tekrar mermer üzerine konur, elle çekilerek yuvarlatıldıktan sonra büyükçe bir makasla peynir şekeri küçük parçalar halinde kesilirdi. Bazen de bu şeker ağdası ufak merdanelerden geçirilerek kuş, balık ya da düdük şekline getirilirdi.

1159-1760 ve 1746 yıllarında Üçşerefeli Cami yanında çıkan yangınlar burada bulunan birçok şekerci dükkanının yanmasına neden olmuştu. 18. Yüzyıl sonlarında Şekerci esnafından Arslan Yahudi ve Kadı-zade el Hac Mehmet Efendinin adları geçmektedir. Tahin Helvası ve Luhuk macunu (lokum) içine gülbeşekerle tatlandırılıp kaşık veya şerbet yapılıp içilirdi.

Şeker kelimesi edebiyatımıza da girmiştir. ŞEKERAB; Latif hoş, ŞEKER-GÜFTAR; tatlı sözlü, şeker gibi adam, ŞEKERİZ; tatlı söz söyleyen manasında kullanılırdı.

Akide şekerciliğine ait asıl açıklamalar IV. Mehmed’in Edirne şenliğinde görülmüştür. Her esnaf kendi hüneri gösterir, padişahın önünden sırayla geçerdi. Bu geçit törenleri halk tarafından da ilgiyle izlenirdi. Törende yüzlerce sandığı dolduracak fındıklı, fıstıklı şekerlemeler tablalar üzerine konarak padişahın önünden geçirilirdi. Bütün bunların yanı sıra şeker bahçeleri, şekerden yapılmış büyük hayvan figürleri bu geçit törenlerinde yer alırdı.

Günümüz Edirne’sinde akide şekerciliği hemen hemen bitmiş gibidir. Dükkanlarda satılan akidelerin çoğu şehir dışından gelmektedir. Az da olsa bu sanat Edirne’de bir iki emektar ustanın inisiyatifiyle varlığını sürdürmektedir.

Not: Bu yazı Edirne Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü yayını "EDİRNE" Sonbahar 2010 Sayı 32, Yemek Kültürü bölümünde (S.10-11)  yayımlanmıştır.


2 Kasım 2010 Salı

HULDA’YI ZİYARETİM

Edirneli hemşehrimiz ve dünyaca ünlü heykel sanatçısı İlhan Koman’ın ömrünü geçirdiği 105 yaşındaki evi ve gemisi Hulda uzun bir yolculuğun ardından geçtiğimiz günlerde İstanbul’a geldi.

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ve Avrupa Komisyonu 7. Çerçeve Programı’nın yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İsveç Konsolosluğu’nun destekleriyle Stockholm’den yola çıkan M/S Hulda’nın 16 ay boyunca süren sanat ve bilim yolculuğu İstanbul’da noktalandı. 21 Eylül Salı günü, akşamüstü Marmara Denizi’nden İstanbul Boğazı’na giriş yaparak, kendisinin 1945 yılında mezun olduğu ve bir süre öğretim üyeliği yaptığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin kıyısına yanaştı.

İsveç kralının heykeltraş İlhan Koman’a hediye ettiği ve İlhan Koman’ın 20 yıl boyunca evi ve atölyesi olarak kullandığı tarihi yelkenli gemi M/S Hulda, festival projesi kapsamında Stokholm’den demir alarak Danimarka, Hollanda, Belçika , Fransa, İngiltere, İspanya, Portekiz, İtalya, Sicilya , Malta, Adriyatik kıyıları, Yunanistan güzargahını izlemiş ve İstanbul’a gelinceye kadar Avrupa’nın toplam 10 kentinde sergiler ve workshop’lar düzenlenmiştir.

1986'da 65 yaşındayken İsveç'in başkenti Stockholm'de hayata veda eden ünlü Heykeltraş İlhan Koman’ın külleri eşi tarafından Atlas Okyanusu’na dökülmüştür. İsveç, Türkiye ve Fransa’da bir çok eserleri bulunan Koman’ın Edirne şehri için bir amblem çalışması da bulunmaktadır. Koman’ın Türkiye’deki en ünlü yapıtları arasında Yapı Kredi Sigorta Genel Müdürlüğü binasının önünde bulunan Akdeniz Heykeli ve Anıtkabir’in doğu tarafındaki kabartmaları (rölyefler) ve Taksim Divan Oteli girişindeki heykeli sayılabilir.

Geçtiğimiz hafta Hulda’yı Haliçdeki Hasköy tersaneler mevkiinde Oğlum Altay (54) ile birlikte ziyaret ettim. İlhan Koman Kültür ve Sanat Vakfı Başkanı Prof. Ahmet Koman yurt dışından gelen misafirleriyle birlikte olduğundan bize gemiyi Vakıf Müdürü Kaya Hoştaş Bey gezdirdi. İlhan Koman’ı yakınen de tanıyan Kaya Bey ve eşi Ayşe Hanımla birlkte geminin kamarasında sıcak bir sohbete daldık, çocukluk günlerinden, Edirne anılarından bahs ettik. Kaya Bey bize Hulda’nın hazırlıklarını ve uzun serüvenini anlattı. Bu yolculuğun uzun uğraşlardan sonra bilim ve sanat projesi olarak şekillendirildiğini ve uluslararası bir çok kurum ve kuruluş tarafından desteklendiğini belirtti. 1905 İsveç yapımı 2 direkli Baltık ticaret ve yük teknesi M/S Hulda’nın bu seyahata hazılanmak için önemli bir onarımdan geçtiğini, Kuzey Buz Denizi’nden başlayıp Akdeniz’in sıcak sularına uzanan 12.000 kilometrelik uzun yolculuğunda güzel anılar olduğu gibi bazen de fırtınaya yakalandıklarını fakat ne olursa olsun bu sanat ve bilim yolculuğunu sağlimen ve hedefe ulaşarak tamamladıklarını büyük bir çoşku ile anlattı.

Haliç’deki Rahmi Koç Müzesi’nin yanında demirli bulunan M/S Hulda içindeki sergide İlhan Koman’ın son dönemine ait yirmi bilimsel eseri ve projenin başlangıcından günümüze kısa tarihçesi yer alıyor. Ziyaretimiz sırasında çok sayıda ilkokul öğrenci gruplarının randevulu bir program ile sergiyi ziyaretleri sırasında vakıfdan görevli kişilerin eserlerin bilimsel ve sanatsal yönlerini çocukların anlayacağı bir dilde açıklamaları, bazı yapıtlarını küçük maketlerle ve kağıttan model örneklerle görsel olarak anlatmaları bizleri oldukça etkiledi.

Gemide kaldığımız süre içinde çok sayıda resim çektik. Projeyle ilgili broşürler ve dergiler aldıktan sonra Kaya ailesine teşekkür ederek bilim ve sanat gemisi Hulda’dan ayrıldık.


11 Eylül 2010 Cumartesi

Edirne SULTAN SELİM CAMİSİ’NDEKİ KUR’AN-I KERİM’E NE OLDU ?

Oral ONUR, 5 Eylül 2010

Edirne Orta Okulu ve Lisesinde okurken ders çalışmak için sık sık Sultan Selim Camisinin Kütüphanesine giderdim. Orası oldukça sessizdi, herkes ders çalışır, çıt çıkmazdı.

Kütüphanenin Müdürü Makbule Ünsaç Hanımefendi (Edirneli gazeteci Sayın Ünal’ın annesi) idi. Makbule Hanımın eşi Vehbi Bey kütüphaneye zaman zaman gelir, eski türkçe harfli kitapları tasnif ederdi. Gelen okuyucular tek sıralı masalarda çalışırlardı, ortada ise çok büyük bir masa bulunmaktaydı.

Kütüphanenin Osmanlı dönemindeki kadrosu şöyle idi; HAFIZ-KÜTÜP, MAHAFAZ-MUSHAF, MÜCELLİD, NAKKAŞ, MÜZEHHİP, KATİB-İ MUSHAF. Kütüphanenin önemli kitpaları arasında yaklaşık 70 x 60 cm boyutlarında büyükçe bir Kur'an-ı Kerim vardı. Bu Kur'an-ı Kerim’in içindeki harfler oldukça büyük yazılmıştı. Her bir satır sonunda konulan noktalar madalya şeklinde ve kalın altın süslemeli idi. Ben eski yazıyı bu kur’anı okuyarak öğrenmeye çalışmıştım. Ne var ki, Balkan Savaşı’nda işgalciler Kur’an’da bulunan altın işlemeli madalya motiflerinin çoğunu kesmişlerdi. Bu Kur'an-ı Kerim uzun yıllar kütüphanenin demirbaşları arasında yer aldı. Sonra buradaki eserler Edirne Müzesi’ne verildi. Kalın ciltli ve altın madolyonlarla işlenmiş kalın sayfalardan oluşan bu Kur'an-ı Kerim oldukça ağırdı.

Tüm bunlar neden hatırıma geldi?...

Kur'an-ı Kerim'in indirilişinin 1400. Yılı münasebetiyle Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde ''1400. Yılında Kur'an Sergisi'' açılışını geçen gün gazetelerden okudum. Sergide dünyanın sayılı koleksiyonları arasında yer alan ve pek çok örneği yayımlanmamış Kur'an-ı Kerim'leri sanatseverlerle buluşturan serginin açılışında bir konuşma yapan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, sergide yer alan Kur'an-ı Kerim'lerin sadece İstanbul halkıyla değil, bütün dünyayla paylaşıldığını ifade ederek, Topkapı Sarayı, Türk ve İslam Eserleri Müzesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü depolarında binlerce hazine bulunduğunu, bunları gün yüzüne çıkarmak için şu andaki gayretlerin birkaç misline çıkarılması gerektiğini yazıyordu.

Benim de hatırıma Edirne’deki bu büyük Kur’an-ı Kerim geldi. Bu Kur'an-ı Kerim neden bu sergide teşhir edilmemişti? İçindeki bazı sayfaları tahrif edilmiş bile olsa ibret-i alem için bu kutsal kitabın sergide yer alması gerekmez miydi?

Balkan Savaşında Bulgarlar kütüphaneden bir çok eseri alıp götürmüşlerdi. İki ülke arasında yapılan yazışmalar bir sonuç vermemiş, yurt dışına kaçırılan bu eserler geriye alınamamıştı. Ayrıca bunun gibi Edirne Selimiye Camii Kütüphanesi’nin demirbaşı olup sergilenmek üzere İstanbul’a ödünç olarak götürülen çok değerli el yazması Kur’an’lar da yıllar geçtiği halde kayıtlı olduğu Edirne’ye getrilmediğini üzülerek söylüyorum.

EDİRNE BOZAHANELERİ

Oral ONUR, 2 Şubat 2010


Boza ve bozacılık Türklerde eskiden beri vardır. Boza bazen bir meşrubat olarak, bazen de hafif bir içki olarak içilirdi. Eğer boza çifte kaynatılır ve biraz ekşimeye bırakılırsa hafif bir içki halini alırdı.

Bozacılığın Edirne’de geçmişi oldukça 1900’lü yılların başlarına dayanır. Bu işi sanat edinmiş, meslek olarak sürdüren esnafın sayısı şehirde yüzleri geçmekteydi. Öyle ki, seyyar boza esnafının yanı sıra büyük bozahaneler Edirne’de en çok iş yapan ticarethaneler olarak görülürdü. Bozahaneler ekseriyetle şehrin alış veriş bölgelerinde, çarşılarda bulunurdu. Bazen de daha büyük Bozahanelerin iç bölümleri olur, ön tarafta mangallarda et ve köfte pişirilir diğer kısımda şarap ve en iç bölümde de Sofi’lerin haram ettikleri boza gibi fakat müsekkin bir içki olan “mırmırık boza” içilirdi. (Mırmırık boza, ki defa, çifte kaynatılmış ve hafif alkollü bir boza çeşidir).

Boza daha çok tahta bardaklar içinde servis edilirdi. Bu bozanın içilişine ait bir özellik olup lezzetinden bir şey kaybedilmemesine dikkat edilirdi. Bu yüzden boza mermer kaplarda dinlendirilmesi ve tahta bardaklarla içilmesi görenek haline gelmişti.

Boza içmek için kullanılan bardakların üç çeşidi vardı. Bunlar;
1- ÇAMÇAK; Tahtadan yapılmış, ağzı dibine göre daha dar formda, kulplu ve 50 dirhemlik (ortalama 300 g) bardak

2- KUBUZ; Tahtadan, 150 dirhem boza alan, şimdiki bira bardaklarına benzer.

3- GOTRA; Yassı ve madeni türde, en çok şarap içmek için kullanılan 150 dirhemlik bardak.

Evliya Çelebi, seyahatnamesinde Rumeli Bozacıları ve boza için şunları anlatmaktadır; “Bu Bozacılar orduyu İslamda gayetle lazımlı kavimdir. Bozaya sekr (sarhoşluk) verecek derecede içmek haramdır, amma şarap gibi katrası haram değil yani sekr vermeyecek kadar içmek mübahtır. Yolunda içilecek ise müslimana kuvayı beden olup sıcaklık verdiği gibi açlığı dahi defeder. Ekseriya bu bozacılar tatar çingenelerdir. Ne kadar mükeyyif meşrubatçılar varsa cümlesi bozacıya yamak olarak sınıf sınıf ubur ederler. H 1048 tanıda alay köşkü öününden geçişleri ve temaşacılara çomce çomce boza bezlederler. Edirne Esnafı sarı bozacıyan 40 dükkan ve 105 neferdirler. Tekirdağ darısından beyaz süt gibi bir nevi boza yaparlar ki göya bir kase cülabı hoşgü vardır. Pek katı olur. Nice kere tecrübe için makramalara komuşlarsa da bir katra çıkmamıştır. Ekseriya Ulema ve Meşayih nuş ederler. Hamile hatun nuş etse batında evladı tendürüst olur. Hamlini vaz’ettikten sonra içse sütü çok olur. Beyaz üstü kaymaklı bozalardır ki nuş eden hayat bulur”.

Edirne’de Taşhan yanında bozahanesi olan ve şehrin en son Bozahane sahibi İsmail Ağa, boza yapılışını sağlığında bana açıklarken mırmırık boza hakkında şunları söylemişti: “Keyif ehli sabahleyin dükkanıma uğrar, onlara çifte kaynamış bozayı çömlekler içine koyarak bir müddet ateşe sokup bırakırdım. Boza ateş içinde bir güzel kaynadıktan sonra çömlek ateşten alınıp dışarda soğumaya terkedildikten sonra soğuyan çömlek elden ele gezdirilerek içindeki boza keyifle içilirdi. Yarım saat kadar vakit alan bu işten sonra keyif ehli sonra işlerine dağılırdı.”

İsmail Ağa’nın boza içenlere ait başka bir olayı açıklaması da bana oldukça ilginç gelmişti. “Birçok esnaf ve memur sabahleyin erkenden Bozahaneme uğrayıp çömlekler içinde yağ-et-fasulye bırakıp giderlerdi. Ben bu çömleklerin ağzını bazen bir kursak ile bazen de kilden yapılmış bir kapakla kapatır ve öğleye kadar çömlek içinde fırında yemeği pişirmeye bırakırdım. Öğleyin yemek vakti çömlekleri ateşten indirir ve helmelenmiş etli fasulyeyi boza ile servis ederdim. Büyük bir iştahla yenirdi”. Edirneli Bozacı İsmail Ağa’nın oğlu uzun yıllar Türk Hava Kurumunda çalışmıştı. Maalesef baba mesleğini sürdürmedi.

1960’lı yıllarda şehirde boza içmek bir gelenk haline gelmişt. Bozacı dükkanlarındaki masalara yumru halinde yapılmış darılar bulunurdu. Her Pazar öğleden sonra Edirnelilier bozacılara gider, tahta sandalyelere oturarak sohbet ederken uzun kulplu büyük cam bardaklarda bozalarını keyifle yudumlarlardı. Edirne’deki bir de Aslan Bozası vardı. İki kardeş idiler. Biri gezerek, diğeri ise Saraçlar Caddesindeki dükkanında boza satardı. Oğlum ve arkadaşları en çok Aslan bozasına giderler, bol leblebili ve tarçınlı bozaları içmekten büyük zevk alırlardı. Bugün ise artık bunların hepsi tarihe karıştı. Artık, bozalar plastik şişelerde eski sohbetlerden uzakta market köşelerinde alıcılarını bekliyor...

------------------------------------------
TAŞ HAN: Restorasyondan önce, Sokullu Hamamı’na bitişik. Sahibi Orhan adında kişi devletten teşvik alarak hanı restore etmişti. Hanın kapısının yanıda İsmail Ağanın Boza dükkanı kısmen görülmektedir. Han şimdi otel olarak kullanılmaktadır.

TBMM 2010 ÜSTÜN HİZMET ÖDÜLÜ İLE İLGİLİ DEVLET BAKANI E. BAĞIŞ'IN MEKTUBU

Devlet Bakanı ve Başmüzakereci
Sayın Egemen Bağış'ın
12 Ağustos 2010 tarihli mektubu.

TBMM 2010 ÜSTÜN HİZMET ÖDÜLÜ "BERAT"

Oral Onur'a verilen Edirne İli 2010 Yılı TBMM Üstün Hizmet Ödülü Beratı

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Edirne Hudut Gazetesi 17 Temmuz 2010 Haber başlığı

Oral Onur'un 2010 Yılı TBMM Üstün Hüzmet Ödülü ile ilgili Hudut Gazetesinde yayımlanan haberi.

16 Temmuz 2010 Cuma

TBMM 2010 ÜSTÜN HİZMET ÖDÜLLERİ TÖRENİ ANKARA’DA YAPILDI

TBMM 2010 Üstün Hizmet Ödüllerini almaya hak kazanan 75 kişi ve kuruluşa, 15 Temmuz Perşembe günü TBMM'de düzenlenen törenle ödülleri verildi.

Cumhurbaşkanı Vekili ve TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, törende yaptığı konuşmada, TBMM Onur ve Üstün Hizmet ödüllerinin, bu yıl beşinci defa gerçekleştiğini, bu ödüllerin devlete ve millete ulusal, uluslararası düzeyde üstün hizmette bulunanlara; Türkiye'nin tanıtımına yardımcı olanlara; halkın refahı, eğitimi, mutluluğu, sosyal gelişimi için yararlı hizmetler yapanlara verildiğini söyledi.
Edirne İli 2010 TBMM Üstün Hizmet Ödülüne layık görülen Araştırmacı-Yazar Oral Onur ödül ve beratını TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in elinden aldı. Ödül töreninde Oral Onur’a Edirne Valisi Gökhan Sözer ve Edirne Milletvekilleri Necdet Budak ile Cemalettin Uslu eşlik ettiler. Tören sonrası TBMM Toplantı Salonu’nu da ziyaret eden Oral Onur ödüle layık görülmekten büyük mutluluk ve onur duyduğunu belirterek TBMM Üstün Hizmet Ödülü alan 70 kişi arasında Araştırmacı-Yazar olarak sadece kendisinin bulunmasının ayrı bir önem taşıdığını vurguladı. Bunun kendisi için bir övünç kaynağı ve Edirne'ye hizmetinin bir göstergesi olduğunu, diğer araştırmacılar için de bir örnek olmasını arzuladığını belirten Oral Onur, ülkemizde Edirne gibi tarihi ve kültürel zenginlikleri bulunan çok sayıda il ve bölge olduğunu, her bir yörenin kendine özgü tarihsel gelişimini araştırmayı ve incelemeyi gönülden isteyenlerin artmasının Türk Tarihi için büyük kazanımlar yaratacağını ifade etti.


Edirne İli Üstün Hizmet Ödülünün Oral Onur’a verilmesi hemşehrileri, yakınları ve ailesi arasında sevinç yarattı. Geçen yıl da adaylar arasında bulunan Oral Onur, emeklerinin boşa çıkmadığını, Edirne'nin herşeyin üstünde olduğunu ve ömrünün sonuna kadar Edirne'ye hizmetini sürdüreceğini belirterek, tüm Edirnelilere ve TBMM üyelerine, Edirne Mllletvekilllerine teşekkürlerini sundu.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Oral Onur, 2010 Yılı TBMM Üstün Hizmet Ödülüne layık görüldü.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve milletine ulusal ve uluslararası düzeyde üstün hizmetlerde bulunanlara, Türkiye'nin tanıtımına katkı sağlayanlara, halkın refahı, eğitimi, mutluluğu ve sosyal gelişimi için yararlı hizmetlerde bulunanlara, millî egemenlik ve demokrasi konularında yaptığı bilimsel çalışmalarla başarı gösterenlere verilen TBMM Üstün Hizmet Ödülü'nün bu yıl 5'i dernek ve vakıf, 70'i şahıs olmak üzere toplam 75 sivil toplum örgütü ve şahısa verilmesi kararı alındı.

TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin başkanlığında Dolmabahçe Sarayı'nda 12 Haziran 2010 tarihinde gerçekleştirilen TBMM Başkanlık Divanı'nda 2010 Yılı TBMM Üstün Hizmet Ödülleri'ne layık görülen kişi ve kuruluşlar belirlendi.


Araştırmacı-Yazar Oral ONUR, Edirne İlinden ödüle layık görülürken, ödül Edirneliler, yakınları ve ailesinde sevinç yarattı. Geçen yıl da adaylar arasında bulunan Oral Onur, 2010 yılı TBMM Üstün Hizmet Ödülü almaktan büyük bir mutluluk duyduğunu belirterek, emeklerinin boşa çıkmadığını, Edirne'nin herşeyin üstünde olduğunu ve ömrünün sonuna kadar Edirne'ye hizmetini sürdüreceğini belirterek, tüm Edirnelilere ve TBMM üyelerine, Edirne Mllletvekilllerine teşekkürleri sundu.
 
2010 yılı TBMM Üstün Hizmet Ödülü alan 70 kişi arasında Araştırmacı-Yazar ünvanlı sadece kendisinin olduğunu vurgulayan Onur,  bunun ayrı bir övünç kaynağı ve Edirne'ye hizmetinin bir göstergesi olarak diğer araştırmacılar için de bir örnek olmasını arzuladığını belirterek, ülkemizde Edirne gibi tarihi ve kültürel zenginlikleriyle iz bırakmış çok sayıda il ve bölge olduğunu, her bir yörenin kendine özgü tarihsel gelişimini araştırmayı ve incelemeyi gönülden  isteyenlerin artmasının Türk Tarihi için büyük kazanımlar olacağını ifade etti.

URL: TBMM BAŞKANLIK DİVANI İSTANBUL'DA TOPLANDI

12 Ocak 2010 Salı

Makaleler (muhtelif)

Bu başlık altında Edirneli Araştırmacı ve Yazar Oral Onur tarafından kaleme alınmış günlük yazılar, makaleler, gazetelerde yayımlanan çeşitli köşe yazıları bulunmaktadır.

FETRET DEVRİ (Fasıla-i Saltanat)
Oral ONUR, 11 Ocak 2010

Yıldırım Bayezid 1360 yılında Edirne'de doğmuştur. Babası Murad Hüdavendigar (I. Murad), annesi Gülçiçek Hatundur. Girdiği savaşlarda gösterdiği cesaretten dolayı ona 'Yıldırım' lakabı takılmıştı. Gençliğinde Kütahya sancağında valilik yaptı. Sultan Murad Hüdavendigar'ın vasiyeti gereği 1389 yılında padişahlığa getirildi. Tahta çıktığında 29 yaşındaydı.

Timur, Cengiz İmparatorluğunu yeniden kurmak amacıyla faaliyetlere başlamıştı. İran'ı almış, Hindistan'a da seferler düzenlemişti. Azerbaycan ve Bağdat Emirleri korkularından Yıldırım Bayezid'e sığındılar. . Yıldırım Bayezid ile Timur arasında çekişmeli yazılar iki hükümdarı birbirine düşürmüştü. Yıdırım Bayezid, Timur’a “Aksak” (topal), kafir, Timur da ona “deli dolu” gibi kışkırtıcı sözler söylemişlerdi. Bu sözler iki hükümdarı savaşa kadar götürmüştü. Timur, Anadol’nun yarısını fethetmiş ve bu işgale karşı Yıdırım Bayezıd da Erzurum ve Erzincan’ı almıştı. Anadolu'ya giren ve Sivas'ı yağmalayan Timur, seçme askerlerden oluşan ordusu ile birlikte Anadolu'da ilerlemeye devam etti. Timur’un ordusu sayıca üstündü ve ayrıca 50 fili ve hemen onların arkasında çelik zırhlı süvarileri bulunuyordu. İki ordu Ankara'da Çubuk Ovası'nda karşılaştılar. Yapılan Ankara Savaşı'nda Yıldırım'ın kuvvetlerinden olan bazı Selçuk Beyleri ve Kara Tatarların, Timur tarafına geçmesi Osmanlı Ordusunun dağılmasına neden oldu (20 Temmuz 1402). Yıdırım Bayezid’ın atına bir ok isabet edince, attan düşen Yıldırım, elinde kılıcıyla Timur’un bulunduğu yere koşmuş, fakat Timur’un muhafızları onun üzerine seccade atarak yakalamışlardı.

Timur, Yıldırım Bayezid’a kötü muamelede bulunmamış, onu etrafı kapalı bir tahtaverena bindirerek ordusuyla Anadolu’nun batısına doğru gimişti. Yıldırım Bayezıd bu sırada hastalanmış ve esarete dayanamayarak Akşehir taraflarında ölmüştü. Timur, Yıldırım’ın oğulları Musa ve Mustafa’ya cenazeyi Bursa’ya götürmelerine izin vermişti.

Bu savaş Osmanlı Devletinin 50 yıl kadar duraklamasına neden oldu. Anadolu Türk birliği dağıldı ve Anadolu'daki beylikler tekrar ortaya çıkarak güçlendi. Başsız kalan Osmanlı Devleti'nde karışıklıklar başladı. Osmanlı Devleti'nin dört ayrı bölgesinde, şehzadeler tarafından dört ayrı devlet ilan edildi. Bursa, İznik ve İzmit, Timur tarafından yağmalanıp yakıldı, İzmir işgal edildi. 1402'den 1413'e kadar sürecek olan bu iktidar boşluğu ve taht mücadeleleri dönemine Fetret Devri adı verildi.

Yıldırım Bayezid’ın büyük oğulları; SÜLEYMAN, MUSA, MEHMED ve İSA arasında onbir yıllık taht kavgası (1401-1413) sürmüştür. Çelebilerin taht kavgası Edirne’de olmuştur. Kardeşler Edirne’yi ve sarayı ele geçirmek için birbirleriyel kıyasıya mücadele etmişlerdir.

Ankara Savaşı’nı kaybeden Osmanlı Ordusu (40 bin kişi) dağıldıktan sonra Bizans İmparatoru MANUEL, Cenevizlerin ve Venediklerin karşı gelmesine rağmen geri çekilen Osmanlı askerlerini Avrupa yakasına donanma ile geçirmişti. Bunun nedenleri, Türk’ün adalet, eşitlik ve din hürriyetine gösterdiği anlayış, Bakan ülkeleri halklarının Osmanlı idaresi altında huzur ve güvenlikli olmalarıydı.
Timur, Anadolu’da Yıldırım’ın dört büyük oğluna her birine hükümdarlık alameti olarak KEMER, KÜLAH ve HİLAT göndermişti. Dört kardeşten İsa Çelebi önce tasviye edildi. Edirne ve Edirne Saraylarına egemen olan Emir Süleyman’a karşı Mehmed ve Musa Çelebi birlikte hareket ederek Süleyman Çelebi’yi öldürdüler.

Edirne’deki “Eski Cami” (Cami-i Atik) ve Bedesten yapımına Süleyman Çelebi zamanında başlanmış, daha sonra Mûsâ Çelebi inşaata devam etmiş, camiin tamamlanması ise 1414 yılında Çelebi Sultan Mehmed’e nasip olmuştur.

4 Mayıs 1421 Pazar günü otuz iki yaşında vefat eden Çelebi Sultan Mehmed’in ölüm döşeğindeki vasiyeti onun şahsiyetini tesbit bakımından mühimdir!.. Bu vasiyet: ”Tiz oğlum Murad’ı (İkinci Murad) getirin. Ben hod bu döşekten kurtulmazım. Murad gelmeden ben ölürüm, memleket birbirine tokuşur. Tedarük edin, benim vefatım duyulmaya.” O yıllarda Amasya Valisi olan Ikinci Murad Edirne’ye gelinceye kadar, pâdişahin vasiyetine uyularak büyük bir maharetle Çelebi Sultan Mehmed’in ölümü kırk bir gün gizlenmiş, herhangi bir karışıklığa meydan verilmemiştir!..

İşte bazı tarihçiler Edirne’nin fethini 1453’e kadar olan zaman diliminde (1365-1453) 92 yıllık Payitaht, bazıları da 1402 den 1453’e kadar olan zamanı (52 yıl) dikkate almışladır. O zamandan bugüne tam 608 yıl geçti...


EDİRNE’NİN KAYBOLMAYA YÜZ TUTAN İMAJI
Oral ONUR 28 Aralık 2009

Yaklaşık 2,5 yıllık bir ayrılıktan sonra doğduğum şehre, yani Edirne’ye kavuştum. Epey hasret kalmışım!... Şehrin kokusunu, ormanlarına giderek yaprakların kokusunu, toprağın kokusunu içime çektim...

Hasretlik önemliymiş, öyle ki Edirne’de doğan ve Edirne’de yaşayıp İsrail’e göç eden bir çok Yahudi, doğup büyüdüğü topraklara daha sonra gelmiyor mu? Ben de öyle oldum... Bu gelişimde şehri baştan aşağıya dolaştım durdum. Güzel şeyler gördüm. Bununla birlikte gezintilerim zaman zaman beni hüzünlendirdi. Cumhuriyet Caddesi’nde bulunan Edirne’nin önemli bir kurumu güzelim binasını satmış ve yeni sahibi de buraya bir bina yapmak istemiş. Ne varki inşaat kazısı sırasında Roma dönemine ait kalenin Zindanaltı Kulesi’nin kalıntıları ve sur taşları ortaya çıkınca Edirne Tabiatı ve Kültür Varlıklarını Koruma Kurumu bu bölgeyi hemen sit alanı yapmış.
Aslında burada bulunan Zindanaltı Kulesi bundan yaklaşık otuzyıl kadar önce, yapılacak inşaatın temeli için üç ay boyunca buldozerler ve balyozlarla ancak yıkılabilmişti. Hatta bu yıkım sırasında bazı anları fotoğraflamıştım. Bu fotoğraflar halen özel arşivimde bulunmaktadır. Kulenin yıkımdan önceki orjinal fotoğraflar ise bazı Yunan kaynaklarında da (N. Nikoladis) bulunmaktadır.
Buraya inşa edilen ve zamanında Borsa Binası olarak kullanılan yapının çok modern bir yönetim kurulu salonu vardı. Bu salonun mimarisi görülmeye değerdi ve buna hayran kalmamak elde değildi. Fakat ne yazık ki artık bu binadan günümüze birşey kalmadı. Acaba bu bina neden satılmak zorunda kalmıştı?

Şehir Belediyesi bu binanın yıkımına nasıl izin vermişti? Şahsen bu süreç içinde yerel gazeteleri takip edemediğimden dolayı bu haberi görmemiştim. Velhasıl, bina bir şekilde satılmış ve yıktırılmıştı. Aslında bu tür bir simgesel ve eşine arz rastlanır bir mimari yapı Edirne’ye kazandırılmalıydı. Örneğin bir kültür merkezi ya da bir tiyatro binası olarak kullanılabilirdi.

Bunun yanı sıra, Cumhuriyet döneminin başlarında Edirne Caddelerine dikilen ve en üstünde bayrağımızın Ay-yıldız sembolü bulunan elektirik direklerini de son ziyaretimde göremedim. Demir dökümden imal edilmiş ve bugüne kadar sapasağlam yerlerinde durabilen bu efsanefi elektrik direkleri kaynakla kesilmiş ve bir tarafa atılmıştı!... Halbuki bir dönemi simgeleyen bu Ay-yıldızlı direkler, tüm çocukluğumuzun ve çocuklarımızın, hatta torunlarımızın şahit oldukları Edirne’nin tarihsel dokusunun bir parçasıydı.

Şehir Stadyumu’nun bulunduğu yer zamanında Zindaltı Mezarlığı idi. Bu mezarlığın dört köşesinde ayrı ayrı birer çeşme bulunuyordu. Bugün ise çeşmelerden sadece demiryolu hattına karşısındaki Hacı Hüseyin Çeşmesi (1686) geriye kaldı.
Tüm bu süreçde geriye dönüp baktığımızda, Edirne’nin kendine özgü simgelerini ve şehrin tarihsel imajını zedeleyen bu tür yıkımlardan Edirnelilerin ne derecede haberleri oluyor? Bu tür değişikliler kentte yaşayanların, sivil toplum kuruluşlarının onayı ve görüşleri doğrultusunda mı gerçekleşiyor, doğrusu merak ediyorum?...


EDİRNE’NİN GÜZEL BİR SİLUETİ: SAAT KULESİ

Oral Onur, 12 Aralık 2009

Şehrimizin minareleri arasında güzel bir görünüme sahip olan EDİRNE MEMLEKET SAATİ’nin elli yıldan beri harap bir şekilde durması biz Edirnelileri üzmektedir.
Kültür Bakanlığının sahip olduğu bu saat kulesi Sultan Abdülhamid döneminde yaptırılmıştır. Sultan Abdülhamid döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun bir çok büyük kentlerinde (İzmir, Edirne, Urfa, Manastır vb) saat kuleleri inşa edilmiştir.
Edirne Saat Kulesi Roma Kalesinin Makedonya (Donjan) Kulesi üzerine kurulmuştur. Bu saat kulesi halk arasında TEKFUR SARAYI KULESİ (Yanında Tekfur Sarayı olması nedeniyle) ya da Memleket Saati, Yangın Kulesi, Saat Kulesi diye adlandırılmıştır.
Edirne’de Hacı Ahmed Paşan’ın ikinci valiliği döneminde (H.1300/M.1884 - H.1303/M.1886) belediye gelirlerinde dörtyüz Lira kadar bir para harcanarak Üç Şerefeli Camii önündeki kule üzerine bir memleket saati yaptırılıp mermer üzerine aşağıdaki tarihi kitabe yazdırılmıştır.

TARİH 1303
MUHYİ-İ MÜLK-Ü MİLEL HAZRET-İ SULTAN HAMİD
KİM HÜDA KILMADA ZATIN NİCE HAYRA ALET,
İŞTE BU HAYRI DA VALİ HACI İZZET PAŞA VERDİ
TESİSİ DELALATLE BU ŞEHRE ZİYNED YAZDI.
İHMAMINA HAFIZ GÜHERİ BİR TARİH VERDİ
BU ŞEHRE ŞEREF KULEDE EL HAK SAAT.

Önceleri ahşap yapılan saat kulesi 1310 senesi başlarında (1893-1894) yıktırılarak büyük bir kısmı tuğla ve taş olmak üzere yine belediye gelirlerinden yaptırılmış, kulenin üçüncü katı bitimine doğru Vali Hacı İzzet Paşa aynı yılın Şevval (Ocak) ayında vefat etmiş ve yerine eski nazırlardan Vali Abdurrahman Nasreddin Paşa kuleyi tamamlamıştır. 21.11.1309 (11.12.1894) tarihinde resm-i küşadı yapılmıştır. Saat kuesi hakkında Edirne tarihçisi merhum Ahmed Badi Bey şu tarihi notu düşmüştür.

TARİH
MÜNECCİMDEN BU SALİM SAAT-I SA’DİN
SUAL ETTİM İŞARETLE DEDİ TARİHİN O SAAT BU SAATTİR.

KULE SAATİNİN TAKILMASI

Edirne Vilayeti Resmi Gazetesi’nde kuleye saat konması için şunlar yazılmıştır “Bundan iki yıl kadar önce kulenin üzerine saat konması için Fransa’ya büyük bir saat sipariş edilmiştir. Sözü geçen saat Marsilya’dan Dedeağaç’a trenle getirilerek yerine takılmıştır.”

Bu saat kulesi ne yazık ki 1956 ‘da yıktırılmıştır. Edirneliler, şehrin eski bir sembolü olan Saat Kulesi’nin tamir edilerek hizmete açılmasını içtenlikle istemektedirler.


SULTAN SELİM CAMİSİ ÇEVRE DÜZENLEMESİ
Oral Onur, 9 Aralık 2009

Yaklaşık iki ay kadar önce Edirne Belediye Başkan Yardımcısı Sayın Dalanöken başkanlığında Sultan Selim Camisinin çevre düzenlemesiyle ilgili bir toplantı Edirne Belediye Binası salonunda yapılmıştı.

Toplantıya katılanların çoğu böyle bir girişimi çok yerinde görmüşler, bu konuyla ilgili çeşitli fikirler ortaya atılmış ve tartışılmıştı. Özellikle turizm açısından bunun Edirne için iyi sonuçlar doğuracağını belirtmişlerdi.

Sultan Selim Camisinin çevresinde bugüne kadar yapılan çeşitli uygulamalar ve bunun sonucu yapılan değişiklikler pişmiş tavuğun başına gelenlerden farksızdır. Her gelen Belediye, her gelen Diyanet İşleri ve Vakıflar ve de yörede oturanlar maalesef caminin çevresini tahrip ede ede bu muhteşem yapının özgün dokusunu zedeleyerek bugünkü haline getirmiştir.

1973-74 yıllarında caminin çevresiyle ilgili bir yarışma düzenlenmiş ve juri tarafından kabul edilen proje nin aynen uygulanmasına karar verilmiştir. Bu işi üstlenen mütaahhit (Y.F.) iki sene boyunca bu düzenlemeyi uygulamak için uğraşı vermiş, fakat proje tam olarak uygulanmamıştır. Bu proje planına göre Arasta’ya yakın bir yerde büyük bir havuz yapılacak ve buradan aşağıya doğru kaskat sistemine benzer yapıda bir su yolu öngörülmüştü. Projede Fatih Sultan Mehmet’in “Şahi Topu”, saray arabası ve Mimar Sinan’ın çeşitli röleyefleri yer alacaktı. Fakat havuza su verilmemiş, kaskatlardan su akıtılmamış ve proje bu haliyle tamamlanamadan yarım kalmıştır.

Projenin sahibi Profesör Edirne’ye geldiğinde Belediye Başkanı ile görüşmüş ve bu projenin neden yarım kaldığını sorduğunda yanıtını alamamıştı. Rahatsızlığı nedeniyle tekerlekli sandalye ile gelen bu profesörün o zamanki yaptığı basın toplantısına ben de katılmış ve şikayetlerini dinlemiştim.

Edirne Valisi Sayın Mustafa Büyük, caminin girişi karşısında bulunan otopark alanının bir kısmını modern bir tuvalet yapacağını beyan etmiş ve haber olarak gazetelerde yayımlanmıştır. Bu yerinde alınmış karara karşın park alanının bir kısmı tuvalete ayrılacağından otopark alanı küçülecektir. Hem otoparkın hem de tuvaletin bu şekilde aynı bölge içinde bulunması muhakkak ki turizm açısından çok yerinde bir karardır.

Edirne Belediyesi de Bedesten yanında bir tuvalet yaptırmaktadır. Daha çok şehir merkezindeki kişilerin ihtiyacını karşılayacak bu girişimi de yerinde bir karar olarak görüyorum.

Bunun yanı sıra, çevre düzenlemesi çalışmaları kapsamında Edirne Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün restore ettiği Saray Hamamı ve civarındaki evler eski görünümüne uygun şekilde hizmete açılmıştır.

Tüm bu çevre düzenlemelerini yapanlara ve emeği geçenlere Allah razı olsun!...